BÜTÜN ZAMAN VE MEKÂNLARI İHATA EDEN KUR’ÂNÎ KAVRAMLAR

Bundan evvelki üç yazımızda, küresel küfür ve işgal projelerinden tarihselciliği muhtelif yönlerden incelemiş ve bu menfur projenin, Allah’ın ayetlerini hükümsüz bırakmak teşebbüsü olduğuna -ilgili ayetleri de delil getirerek- vurgu yapmıştık.

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Ali Değermenci

BÜTÜN ZAMAN VE MEKÂNLARI İHATA EDEN KUR’ÂNÎ KAVRAMLAR

“… Bana bu Kur’ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine ulaşan herkesi uyarayım…” (En’am: 19.)

Bundan evvelki üç yazımızda, küresel küfür ve işgal projelerinden tarihselciliği muhtelif yönlerden incelemiş ve bu menfur projenin, Allah’ın ayetlerini hükümsüz bırakmak teşebbüsü olduğuna -ilgili ayetleri de delil getirerek- vurgu yapmıştık.

Bu yazımızda ise, önceki tespitlerimizi de teyit ve ispat mahiyetinde, tarihselciliği yerle yeksan eden Kur’ânî kavramları gündem etmeye çalışacağız.

Ama önce Kur’ân’ın -tabiatıyla da İslam’ın-bütün zaman ve mekânları ihata edip kuşattığı, bir başka ifadeyle zaman ve mekân üstü olduğu gerçeğine kısaca değinmemiz gerekmektedir:

I-KUR’ÂN’IN ZAMAN VE MEKÂN ÜSTÜ OLMA HUSUSİYETİ

1- Zaman ve MekânTarihselcilerin Malzemesi Değil, Mahşerde Amellerimizin Şahididir

Zaman ve mekân, bir imtihan meydanı olan dünyada itikadî, fikrî ve amelî bütün faaliyetlerimize ortam ve zemin hazırlayan, Cenâb-ı Hakkın iki değerli mahlûkudur. Yani zaman damekân da yaratılmıştır; yaratılış icabı Allah’ın hükmüne boyun eğen / râm olan birer kuldur. Bu halleriyle onların Allah’a isyan edecek bir iradeleri, tercih kabiliyetleri yoktur. Allah’ın emrine, hükmüne ve iradesine müdahale manasına gelecek bir inisiyatif yahut güçleri de yoktur. Onlar sadece mahşerde Allah’ın emriyle, üzerlerinde cereyan eden hal ve hadiselere şahitlik yapacaklardır.

Bu sebeple zamanı ve mekânımahşerde lehimize şahitlik yapacakları şekilde değerlendirmek gerekir.

Kur’ân-ı Kerim’de zamanın önemine vurgu yapan ayetler vardır:

“İnsan (henüz) anılır bir şey değilken (yaratılmamışken) üzerinden uzunca bir zaman geçti.” (İnsan: 1.)

“And olsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir.” (Asr: 1-2.)

Meali verilen bu ayetler zamanın kıymetini vurgularken, onun en hassas şekilde değerlendirilmesi gerekliliğine de işaret etmektedir.

Buna görezaman, tarihselcilerin değişim putuna malzeme edilecek bir varlık değil; tam tersi Allah’a kulluğumuzu gerçekleştirmemiz için bize fırsat olarak verilen bir lütuftur.

2- Zaman ve Mekân İdrakimizin / Düşüncemizin İki Temel Unsurudur

Zaman ve mekânın bir diğer hususiyeti de, beşer olarak bizlerin idrak ve düşüncelerimizin oluşmasına yardımcı birer unsur olmalarıdır.

İdrak / düşünce, ancak zaman ve mekân şartlarında oluşup ortaya çıkar. Düşünülen herhangi bir nesne / obje, hafızada tasavvur edilirken ona bir mekân izafe edilir ve bir zaman dilimi içinde algılanmaya çalışılır. İnsan tasavvuru, düşündüğü nesnenin bir nevi resmini çeker. Evet, idrak / düşünce tam olarak budur.

Bu durumda zaman ve mekân, beşer idrakinin oluşmasına yardımcı olan unsurlardan ikisidir. Onların (zaman ve mekânın) Allahü Teâlâ’nın ulûhiyet sıfatlarını veya hükümlerini geçersiz kılmak gibi, had ve hududunu aşan bir maksat için kullanılması, bunu yapanları şirke sürükler.

Bu sebeple akaid kitaplarında Cenâb-ı Hak tanıtılırken, akıl / idrak hataya düşmesin, kusur işlemesin diye şöyle denilir:

“O (Allah) zaman ve mekândan münezzehtir. Akla, hayale gelen hiçbir şeye benzemez. Yine O, noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıftır…”

Bu akaid hükmünün kaynağı mesabesinde olan şu iki ayet-i kerimeyi mealen aktaralım:

“Onun misli gibi hiçbir şey yoktur. Ve O, Semî’ (her şeyi işiten)dir, Basîr (hakkıyla gören)dir.” (Şûrâ: 11)

“Hiçbir şey Ona denk ve benzer değildir.” (İhlas: 4.)

İşte bundandır ki Allah’ı bilmek ve tanımak sadece akılla olmaz; imanla keyfiyet kazanan kalbî bir idrak da gerekir. Buna kitaplarda “kalp gözü” veya “basiret gözü” de denmektedir. Bu idrak ve basirete ulaşabilmek, ancak naklin rehberliğini esas almakla mümkündür.

Öte yandan, bir şeyin varlığını bilmek ve anlamak başka, o şeyin mahiyetini ihata etmek başkadır. Mesela biz aklımızın olduğunu yine aklımızla biliriz. Ama aklın mahiyetini kavrayıp anlatamayız.

Bu sebeple Allahü Teâlâ’yı bilmek ve tanımak için mücerret akıl yeterli değildir. Bu akıl, naklin rehberliğine, başka bir ifadeyle Allah’ın bildirmesi ve bilgilendirmesine muhtaçtır.

İşte tam da bu noktada beşerî bilgi ile ilahî bilginin farkına vurgu yapmak gerekir:

Beşerî bilgi mahduttur, sınırlıdır; zaman ve mekânla kayıtlıdır. İzafî ve zannîdir. Zan ise hiçbir zaman kesinlik ifade etmez.

İlahî bilgi ise sınırsızdır; zaman ve mekânı kuşatır, aşar. Mutlaktır, hatasızdır. Buna da “mutlak ilim” denir.

İşte Allah’ın zaman ve mekânı kuşatan sonsuz ilmi, tarihselcilik hezeyanını yerle yeksan eder. Çünkü Allahü Teâlâ geçmişi, hali ve geleceği aralarında bir fark olmaksızın aynı şekilde bilir.

Tarihselcilik ise bir arayış ifadesiolan değişim üzerine bina olunur. Değişim; doğruyu, güzeli, faydalıyı, noksansızı bulmak iddiasıyla çıkılmış bir arayış seferberliği olsa da; felsefecilerin düştükleri buhran ve bunalımdan öte bir sonuç hâsıl etmez.

Hâlbuki Allah’ın ilmi ve bu meyanda bildirdiği gerçekler zaten mükemmel olduğu için bir arayış serüvenine gerek yoktur. Tam tersi, mükemmeli bulduktan sonra tekrar bir arayışa girmek, o mükemmeli ortaya koyan mutlak iradeye “Sen bilemezsin, biz biliriz” demek suretiyle baş kaldırmak olur. Ki, tarihselcilik tam da bu anlama gelmektedir; bu sebeple de şirk ve küfürdür.

Burada “Arayış serüvenine gerek yoksa bu durumda ilmî çalışma da mı yapılmayacaktır?” şeklinde bir soru sorulabilir. Buna şöyle cevap veririz:

Bizim kastettiğimiz, zaten ortada olan hakikati / doğruyu bulmak için lüzumsuz ve dahası sonu çıkmaz sokak olan bir arayışa girmek yerine, bu mesaiyi Cenâb-ı Hakkın vahiyle önümüze koyduğu mutlak hakikatleri tezekkür ve tefekkür etmeye tahsis etmek, bu yolla ulaşılan “hikmet” nev’inden neticeleri hayatın gerçekleriyle bütünleştirerek yaratılış gayesine uygun bir tavır takınmaktır. Evet, yapılması gereken, Cenâb-ı Hakkın bizden istediği budur.

II- ZAMAN V MEKÂN ÜSTÜ KUR’ÂNİ KAVRAMLAR

Şimdi de tarihselciliği yerle yeksan eden, hurafeler çöplüğüne atan Kur’ânî kavramlardan bazılarına dikkat çekelim.

Esasen bu Kur’ânî kavramlar gereği gibi açılabilse ciltlerle kitap yazılır. Ama biz bir fikir vermesi bakımındanher bir başlıkta sadece meselenin özüne işaret etmekle iktifa edeceğiz.

1- Levh-i Mahfûz:

Levh-i Mahfûz “korunmuş levha” demektir. Olmuş ve olacak her şeyin kayıtlı olduğu manevî bir kaynaktır. Mahfûz / korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, içinde yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Levh-i mahfûzun Kur’ân’daki diğer isimleri şunlardır: Ümmü’l-Kitap (kitapların anası, ana Kitap), Kitabu’n Hafîz (koruyan kitap), Kitabu’n Mübin (apaçık kitap), Kitabı’n Meknun (saklanmış kitap), İmamu’n Mubin (apaçık inen kitap)

Levh-i Mahfûziçinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En’âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı bulunduğu (Hadid: 22) her şeyin sayılıp tespit edildiği (Yasin: 12), gökteki ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı(Vakıa: 79.) bir kitaptır.

Levh-i Mahfûz’dan bahseden ayetlerden bazıları mealen şöyledir:

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. (Gaybı) O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olan her şeyi bilir. Herhangi bir yaprak düşmüş olsa mutlaka onu bilir. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık Kitap’ta yazılıdır.” (En’âm: 59.)

“Hangi işe koyulursan koyul, o işe dair Kur’ân’dan hangi ayeti okuyor olursan ol, siz bir işe koyulup kendinizi o işe verdiğinizde biz mutlaka sizin üzerinizde şahidiz. Zerre kadar dahi olsa, yerde ve gökte hiçbir şey Rabbine gizli kalmaz. Hatta bundan (zerreden) daha küçüğü ve daha büyüğü mutlaka apaçık bir Kitap’ta yazılıdır.” (Yûnus: 61.)

“Yeryüzünde kıpırdayan hiçbir canlı yoktur ki, mutlaka onun rızkı Allah’a aittir. O, (canlıların) karar kıldıkları yeri de geçici olarak bulundukları yeri de bilir. Hepsi apaçık bir Kitap’ta yazılıdır.” (Hûd: 6.)

“(Halkı zalim olan) hiçbir belde yoktur ki; mutlaka kıyamet gününden önce ya onları helak edecek ya da çetin bir azapla cezalandıracağız. Bu, Kitap’ta (Levh-i Mahfûz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58.)

“Bilmez misin ki Allah, gökte ve yerde olanların tamamını bilir. Şüphesiz ki bunlar, bir Kitap’tadır. Şüphesiz ki bu, Allah’a kolaydır.” (Hac: 70.)

Konuyla ilgili daha fazla malumat sahibi olmak için Neml: 75, Sebe: 3, Yasin: 12 ve Zuhruf 4. Ayetlere de bakılabilir.

Ayetlerin verdiği mesajdan anlaşılacağı üzere, Levh-iMahfûz, Allah nezdinde geçmişi, hali ve geleceğiyle mahlûkata dair bütün bilgileri içine alan ilahî bilgi kaynağıdır.

Tabidir ki, zaman ve mekân da birer mahlûk olarak Levh-i Mahfûz içinde tanımlanmış ve ihata edilmiştir. Dolayısıyla zaman ve mekânın Levh-iMahfûzda kayıtlı olan mutlak hakikatleri değiştirme, başka şekle sokma kabiliyet ve gücü yoktur.

Kur’ân-ı Kerim Levh-iMahfûz kaynağından geldiği için, tıpkı onun gibi ezeli, ebedi ve hali içine alacak şekilde, zaman ve mekân üstü hakikatler beyan eder. Yine bu sebeple değişime, tebdil ve tağyire uğramayan hakikat kaynağıdır.

Hal böyle olunca da Levh-i Mahfûz gerçeği karşısında değişim putuna istinat ederek Allah’ın ezelî ve ebedî ilmine, aynı zamanda kelamına ve hükmüne müdahale manasına gelen tarihselcilik hezeyanı yerle yeksan olmaktadır.

2- Vahiy

Sözlükte “hızlı bir şekilde ve gizlice söylemek, işaret etmek, ilham etmek” anlamındaki vahiy, terim olarak “Allah’ın bir emri, bir hükmü veya bilgiyi peygamberine gizli olarak bildirmesi” demektir

Vahiy de tıpkı levh-imahfûz gibi noksansız, mutlak hakikati ifade eder. Dolayısıyla da vahiyle gelen ayetlerin değiştirilmesi, başka şekle sokulması, hak yoldan sapmak olup, dini vaz’eden Cenâb-ı Hakkın irade ve emrine baş kaldırmak anlamına gelmektedir.

Bu ayetler inerken müşrikler onları beğenmeyip Hz. Peygambere (s.a.v.)“Bunları değiştir, başka Kur’ân getir” demişlerdi. Ne büyük bir tevafuktur ki, bugün tarihselciler de selefleri olan bu müşriklerin yolundan gitmektedirler! Çok acı, ama gerçek…

Şu ayet-i kerime tam da bu gerçeğe vurgu yapmaktadır:

“Âyetlerimiz kendilerine apaçık birer delil olarak okunduğunda, (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar, “Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edecek olursam, elbette büyük bir günün azabından korkarım.” (Yunus: 15.)

Vahiy gerçeğin ta kendisi olduğundan, noksan olma ihtimali olmadığı gibi, değişim ihtiyacı da yoktur. Bu sebeple sırat-ı müstakime kalben ve fikren teslimiyeti ifade eden hidayet,Kur’ân hükmüne kayıtsız şartsız râm olmakla mümkündür.

Aşağıdaki ayetler bu gerçeğin ifadesidir:

“Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. O’nun kelimelerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Ondan başka sığınılacak (bir makam) da asla bulamazsın.” (Kehf: 27.)

“De ki: Eğer ben sapacak olsam, artık kendi nefsim aleyhine sapmış olurum; eğer hidayeti bulacak olsam, bu da Rabbimin bana vahyetmekte olduğu (Kur’ân) sayesindedir. Şüphesiz O, işitendir, kuluna çok yakındır.” (Sebe: 50.)

“Kendinden öncekini doğrulayıcı olarak sana Kitap’tan vahyettiğimiz gerçeğin ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah, kullarından elbette hakkıyla haberdardır, (onları) hakkıyla görendir.” (Fâtır: 31.)

Hal böyle olunca yapılması gereken, mutlak olan ve değişmeyen, zaman ve mekânın aşındıramayacağı hakikatlere, yani vahye uymaktır. Cenâb-ı Hak da Kur’ân’ında bunu emretmektedir.

Aşağıdaki ayetler bu büyük gerçeğe işaret eder:

“… bana bu Kur’ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine ulaşan herkesi uyarayım…” (En’am: 19.)

“Rabbinden sana vahyedilene uy. Ondan başka ilah yoktur. Ve müşriklerden yüz çevir.” (En’âm: 106.)

“(Ey Muhammed!) Onlara (istedikleri) bir âyet getirmediğin zaman (alay ederek) derler ki: “Onu (da) bir yerlerden derleyip toplasaydın ya.” De ki: “Ben ancak Rabbimden bana vahyedilene uymaktayım. Bu (Kur’an âyetleri), Rabbinizden gelen basiretlerdir (Gönül gözlerini aydınlatan nurlardır). İman edecek bir topluluk için bir hidayet kaynağı ve bir rahmettir.” (A’râf: 203.)

“Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı. (Eğer böyle yapabilselerdi) işte o zaman seni dost edinirlerdi.” (İsrâ: 73.)

“Şu halde, sana vahyedilene sımsıkı tutun; çünkü sen dosdoğru bir yol üzerindesin.” (Zuhruf: 43.)

Bütün bu deliller, vahye / vahyin mahsulü naklî delillere sımsıkı sarılmamız, onlarla hemhal olmamız; Allah’ın emir ve hükümlerine mugayir hareket edenlerden hiçbirini dinlemememiz, onların batıl yöndeki telkinlerine aldırış etmememiz gerektiğini göstermektedir.

Tarihselciliği yerle yeksan eden Kur’ânî kavramları anlatmaya gelecek yazımızda da devam edeceğiz.

 

 

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
vir_sl_
Virüslü
BÜTÜN ZAMAN VE MEKÂNLARI İHATA EDEN KUR’ÂNÎ KAVRAMLAR

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.
Giriş Yap

Avrasya Haber ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin