Bu aralar mevzu belli… Ne konuşulsa, bir şekilde geliyor geliyor Orta Doğu’ya takılıp kalıyor.
“Yok yok, 3. Dünya Savaşı başladı…”
“İran’la İsrail’in yaptığı sanki danışıklı dövüş…”
“Rusya’nın bu işe karıştırılması hiç de iyi olmadı.”
“Türkiye’yi yeni bir göç dalgası bekliyor.”
Her muhabbet adeta Milli Güvenlik Kurulu toplantısına dönüşüyor.
***
Önceki akşam da aynısı yaşandı.
Hemen herkesin biriktirdiği şeyler var, yaşadığı…
Bazen hiç ummadığınız anda ‘yılın haberi’ni dinler gibi olursunuz ya…
Çocukluk arkadaşım Osman Bedir de hepimizi ürperten hikâyesini paylaştı.
***
Bundan tam 41 yıl önce…
Saddam henüz devrilmemiş…
Suriye, uçtan uca yalnızca Hafız Esad’dan soruluyor.
Türkiye’nin 12 Eylül şokunu üzerinden atmaya çalıştığı günlerde…
Dört arkadaş Irak’a yük taşıyorlar.
Kerbelâ yakınlarında bir yere…
***
Yıl 1983…
Mersin’den aldığımız yükleri Irak’a taşıyoruz.
Dört kamyonla yola çıktık, “nereden gidelim, nereden gidelim” derken Suriye-Ürdün güzergâhını kullanmaya karar verdik.
İlk kez gidecektik bu yoldan.
İçimizde iyi derecede Arapça bilen bir arkadaşımız vardı, biraz da ona güveniyorduk aslında.
Hiçbir sorunla karşılaşmadan Suriye’yi geçtik fakat çok da acıkmışız.
Ürdün’de bir istasyon arıyoruz ya da kamyoncular için restoran…
Olmadı bir vaha, köy gibi bir yer…
Göz alabildiğine bir çöldeyiz, akşam karanlığı da çökmek üzere…
Bir süre gittikten sonra araçları kenara çektik, yemeklerimizi hazırlamaya başladık.
“Bizden başka gelip geçen yok” derken iki cip bitiverdi yanımızda.
“Selamünaleyküm.”
“Aleykümselam.”
İçlerinde yaşlı olanı ki daha sonra gençlerin babası olduğunu anladık, bizi kısa bir sorguya çekti.
“Kimsiniz?”
“Türk’üz” dedik.
Anlamadı sanki, “Türk’üz” diye tekrarladık.
“Türk, her yerde var, hangi memleket” diye sesini yükseltince “Türkiye” dediğimizde gözleri doldu, yutkundu, “Osmanlı” diye mırıldandı.
“Toparlanın, eve gidiyoruz.”
Birbirimize baktık, hemen hepsi de silahlı adamların ortasındaydık, “size zahmet vermeyelim” gibilerinden sözler söylemeye çalışsak da kesin kararlı göründüklerinden dediklerini yaptık.
Araçları takip ederek biraz ilerideki köy yoluna saptık, kum tepecikleri arasından geçtikten sonra ışıl ışıl bir vahaya ulaştık.
“Ev” dedikleri yer bir malikâne…
Yüksek duvarlarla çevrili şato gibi bir yer…
***
Biraz önce kamyoncu sofrasına kurulmak üzereyken başımıza gelenlere inanmak istemiyorduk.
Dünyanın bin bir türlü hali vardı ve doğal olarak korkuyla karışık bir endişe taşıyorduk.
Fakat bir tuhaflık vardı bu işte ve zaman ilerledikçe biraz rahatlamıştık sanki.
Akşam yemeğinin ardından büyükçe bir salona geçtik.
Gençlerin babası, belki de aşiretin reisi, cüppe ve sarıkla yanımıza gelince bir anlam veremedik.
“Yatsı namazını kılalım.”
“Kılalım.”
İşte burada film koptu.
Cüppeyle sarık, bize uzatılmıştı.
Biz, “lütfen, buyurun, namazı siz kıldırın” dediysek de ikna olmadı.
Gözleri doldu, sesi titredi, “Osmanlı varsa cüppe de sarık da onundur” dedi.
Nasıl oldu anlamadık bile, hepimiz ağlıyorduk.
***
Orta Doğu’da, biraz gecikilse de yeni bir hikâye yazılabilir.
Özenle, sabırla, kılı kırk yararak…
Karşılıklı, ne kadar kötü olduğumuzu söylemekten yorulduk artık.
Bu yol yol değil, büyük bir çıkmaz…
Kime, ne faydası dokunmuş, ona bakmak gerek.
Hazır, Suriye’deki iç savaştan kaçan milyonlarca insan Türkiye’de iken…
Olumsuz örnekler bir tarafa, çoğunluğu ülkemizi bir kurtarıcı, sığınılacak bir liman olarak görürken… Karşılıklı olarak yeni şeyler söylemek gerek.
“Osmanlı varsa!..”
“Osmanlı yok ama O’nun varisi Türkiye Cumhuriyeti var.”